Matürîdî’nin yaşadığı bölgede daha önce değişik dinler, o dinlere mensup muhtelif fırkalar ve felsefe ekolleri olmuştur. Bunun yanında halku’l-Kur’an mihnesi sonucunda merkezden uzaklaşan Mutezilî/akılcı kelâmcılar da bölgede faal olmuşlardır. Bu sebeple o iman-amel bağlantısı niceliğinde akli delilleri daha yoğunluklu kullanmıştır. Ayrıca o, daha önce Emevîlerin bölgedeki mevaliden haksız yere cizye ve haraç almaları sebebiyle bölgede oluşan reaksiyonu da göz önüne alarak iman tarifinde sadece tasdiki yeterli görmüştür.
Büyük günah sorunu, daha ashâb döneminde tartışmalara konu olmuş ve bu sebeple iman tarifinde farklı iman-amel bağlantılarının oluşmasında etkili bir amil olmuştur. Ancak Matürîdî’nin yaşadığı bölgenin sosyokültürel durumu göz önüne alındığında o dönemde kelâm ilminin istidlal yöntemi sadece nas eksenli olmaktan çıkıp nassın yanında aklî ve felsefî tartışma zeminine de kaymıştır denilebilir. Dolayısıyla o Ebû Hanîfe’den farklı olarak aklî delillere daha fazla yer vermiştir. Matürîdî’ye göre, imanın temel esasının sadece tasdik olduğuna delalet eden sem‘î ve aklî deliller vardır. Onun iman-amel bağlantısının niceliğinde getirdiği sem‘î delillerin lügat anlamı üzerinden konuyu açıklamaya çalıştığı görülmektedir. Ona göre, “Kalpleri inanmadığı halde ağızlarıyla ‘inandık’ diyenler” ayetindeki “ağızlarıyla inandık” ibaresi, tasdikin imanın temel esası olduğunu göstermektedir. “İnsanlardan bir grup da vardır ki, gerçekte mü’min olmadıkları halde Allah’a ve âhiret gününe iman ettik” ayetinde de “Allah’a ve ahiret gününe inandık” dedikleri halde Yüce Allah’ın onların mü’min olmadıklarını buyurması bunun bir başka delilidir.
Öyleyse imanın yeri kalptir, ikrar ise sadece kalpteki tasdiki ifade etmek içindir. Buna göre iman sadece tasdiktir. İkrar ise kalpte gizli olan tasdiki ikrar/ifade ederek dünyevî ahkâm için gereklidir. Yukarıdaki ayette geçen “ağızlarıyla inandık” ibaresi, yalın ikrarın imanda yeterli olmadığını, sadece kişinin Müslüman ismiyle anılması için gerekli olduğuna işaret etmektedir. Ayrıca mü’minlere sevap, münafıklara azap va’d edilmiştir. Şayet ikrar kulun mü’minlerden olması için yeterli olsaydı münafık kişiler azap ehlinden sayılmış olmazlardı. O zaman neden kâfir olarak isim almadıkları sorusunun cevabı, iman ettiklerini lafzen belirtikleri içindir, denilebilir. Çünkü iman ve inkârın yeri kalptir ve kalpte hafi olan şeye Yüce Allah dışında kimse vakıf olamaz. Diğer azaların fiilleri ise kalbî düşüncesi yönünde olmayabileceği için sadece fiillere bakılarak kişinin mü’min olduğuna hüküm verilemez. Nitekim yalın tasdikin yeterli olduğunu, kalbinde iman sabit olan kişinin, diliyle küfür kelimesini ifade ettiği halde kâfir sayılmamasından anlaşılmaktadır. Ayrıca konuşma yetisi olmayan dilsiz kişinin imanı/tasdiki yeterli görülmüştür.
Matürîdî’ye göre, münafıkların ahiret nimetlerinden mahrum kalmış olmaları, dil ile ikrarın iman için yeterli olmadığını göstermektedir. Kelime-i şehadet getirenlerle savaşılmamasını haber veren hadîs de aslında bu kişilerin iman sahibi olduklarını göstermez, bu hadîste sadece ikrarları ve davranışları göz önüne alınarak savaşılmaması istenmiştir. Böylece mü’min olduğunu ikrar eden kişi ikrarı sebebiyle kalbinde iman olmasa dahi mü’min kişinin tabi olduğu dünyevî hukuka tabi olmuştur.
Matürîdî imanı yalın marifetten ibaret görenlerin görüşlerini lügat anlamdan hareketle reddeder. Zira imanın lügat anlamı tasdiktir, tasdikin zıt anlamlısı tekfirdir. Marifet kelimesinin zıt anlamlısı ise cehâlettir. Bir şeyi bilmemek, o şeyin inkâr edilmesini gerektirmediği için iman sadece marifetten ibaret olamaz. Aksi durumda zıddı da cehil olmuş olacaktı. Oysa tasdikin zıddı cehil değil, tekziptir. Bu durumda iman tasdik olup marifet değildir. Ayrıca tasdik ile iman kelimelerinin lügat anlamları aynıdır ve tekzibin terk edilmesiyle oluşur ki bu bir çeşit kesb/gayrettir. Marifet ise kesb olmadan da kalpte oluşabilir. Bu da imanın marifet değil, tasdik olduğunu göstermektedir. Bununla birlikte tasdik veya tekzip ihbari meselelerde olabildiği için, Allah’ın peygamberleri diliyle verdiği habere ve onların Allah katından getirdikleri her şeyi tasdik etmek iman olmaktadır ki, bunun da zıddı tekfirdir.
Matürîdî’ye göre, iman ve İslâm kavramları, lafzen farklı iki kelime şeklinde gelmiş olsalar da anlamları birdir. Çünkü iman genel anlamda tasdik, İslâm ise itaatlerle beraber Yüce Allah’ı tasdik etmektir. Tasdik de emir ve nehiyleri benimsemek anlamına gelmektedir. Dolayısıyla tekzip iman ve İslâm kavramlarının zıt anlamlısıdır. İslâm ise Allah’ın nimetlerini inkâr ve Resulünü tekzip etmenin zıt kavramıdır. Matürîdî’ye göre Kur’an ve hadîste ayrı ayrı lafızlarla ifade edilmişlerse de bu durum farklı kavramları ifade ettiklerine delâlet etmez. Zira imanda sabit olmayan kişinin, İslâm’dan da çıkmış olduğu hususunda ittifak vardır.
Matürîdî’nin iman-amel bağlantısının niceliği hususundaki görüşü, büyük günah sahibi kişinin durumunu açıklarken daha açık bir şekilde anlaşılmaktadır. O, mâsiyet kavramı ve bu kavramın karşılığı hususunda meydana gelen ihtilafları verdikten sonra büyük günah sorununu açıklar ve dolaylı olarak iman-amel bağlantısının niceliğine de açıklık getirir. Ona göre, bazı alimlerin bütün günahları isyan addederek asi kişileri istisnasız dinden çıkarmaları, “Ey iman edenler! samimi bir tövbe ile Allah’a dönün. Umulur ki Rabbiniz kötülüklerinizi örter” ayetinin içeriğine göre doğru bir tespit değildir. Zira ayetteki “kötülükleriniz” ibaresiyle mâsiyet iman edenlere nispet edilmiştir. Bu sebeple iman sahibi kişilerin de mâsiyetleri olabilabilir ve samimi bir tövbe ile affedilebilirler. Böylece mâsiyet kişinin imanını yok edebilecek kadar etkili olmadığına göre, sâlih amel de imanın bir cüz’ü değildir. Matürîdî mâsiyet işleyen kişileri müşrik kabul eden bir fırkadan söz eder ve bunların “Artık Rabbine kavuşmayı arzu eden kimse iyi iş yapsın ve Rabbine ibadette hiçbir kimseyi ortak koşmasın” ayetine dayanarak, mâsiyet işleyen kişilerin sözde değil fiilde şirke girdikleri iddiasında olduklarını ifade eder. Ancak “Kendi günahın için, erkek kadın müminler için Allah’tan af dile.” “Allah’a ortak koşanlar için af dilemek ne peygambere yaraşır ne de inananlara” ayetleri doğrultusunda onların bu görüşünü isabetli bulmaz. Zira Yüce Allah Hz. Peygamber’i, imanı olmayan kişiler için af dilemekle sorumlu tutmaz. Aynı şekilde mâsiyet işlememiş veya bağışlanmış mü’minler için de peygamberi istiğfarla sorumlu tutmaz. Çünkü istiğfar bağışlama talebidir ve bu sebeple mâsiyetleri bağışlanmış biri için istiğfarda bulunmak Yüce Allah’ın gufrân nimetini görmemek ve nimete karşı nankörlük olur. Görüldüğü gibi Matürîdî, hiç kimseyi işlediği günah sebebiyle tekfir etmez. Onun açıklamalarından anlaşıldığı gibi şirk, tekzip ve inkâr lafzen ayrı kelimeler olsalar da aynı anlama gelen tasdikin zıt anlamları olup lafzen farklı kavramlardır ve ebedî azap gerektirmektedirler. Daha ehven olan mâsiyetler ise tasdiki yok etmedikleri için ebedi azap gerektirmezler.
Matürîdî, imanda sadece tasdiki temel esas kabul etmesi hasebiyle Mu’tezile’nin ‘Mürtekib-i Kebire’ teorisini eleştirmektedir. Bu tariften hareketle o, Mûtezile’nin ‘el-Menziletu Beyne’l-Menzileteyn’ teorisini tutarsız bulur. Çünkü ‘Mürtekib-i Kebire’ mâsiyet sebebiyle mü’minlik vasfını kaybetmiş ise mâsiyet işlemeden önceki tasdiki, imanın tamamı mı ya da bir kısmı mıydı? Ya da o tasdik hiç iman değil miydi? Şayet Mu’tezile, mü’min kişi mâsiyet halinde imanın tamamı var olduğu düşüncesinde ise, bu kişinin işlediği fiilin ismini kendisinden menetmiş olur. Bu durumda bir parça imanı olduğunu ileri sürecek ise, şunu bilmeli ki, Allah iman konularının bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr edenlerin kâfir olduklarını haber vermiştir. Ya da hiç imanı olmadığını iddia etse (ki, bu şık en uzak ihtimaldir. Çünkü) inanılması gereken şeylerin bir kısmına inanıp diğer bir kısmına inanmayan kişinin mü’min sayılmadığı bir durumda, hiç inanmayan birisinin de mü’min sayılmaması gerektiğini bilmelidir. Böylece büyük günah işleyen kişinin bir ismi olmalıdır. Nitekim, Yüce Allah insanları mü’min ve kâfir isimleriyle ikiye ayırmıştır. Âlimler de büyük günah sahibi olan kişinin bir isim taşıması gerektiği hususunda ittifak etmiş ve mâsiyet işleyen kişiyi mü’min ismiyle isimlendirmişlerdir. Böylece Allah’ın belirlediği sınırı aşmamışlardır. Mu’tezile ise insanları üç kısma ayırmakla (mü’min, kâfir ve iki yer arasında bir yerde olan) Allah’ın belirlediği sınırı aşmıştır. Bu sebeple iman, kalp ile tasdik, dil ile ikrar olmalı ve büyük günah sahibi (tasdik sahibi olması hasebiyle) mü’min ismiyle anılmalıdır. Esasen ihtilaflara sebebiyet veren amiler bu konudaki (mâsiyet sahibi kişinin bir isim alması hususundaki) ihtilaflardır. Zira iman, tasdik ve ikrardır diyenler, mâsiyet sahibini tasdik ve ikrarı sebebiyle mü’min, tasdiği olduğu halde işlediği mâsiyet sebebiyle de fasık Müslüman/mü’min şeklinde bir isimle anmışlardır. “Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri neden söylüyorsunuz? Bu Allah katında büyük gazap gerektiren bir iştir” ayeti bu iddianın doğruluğuna delâlet etmektedir. Zira bu ayette, azap verilecek kişiler imanla vasf edilmişlerdir. Böylece mâsiyet her ne kadar azaba sebep olsa da sahibini imandan çıkarmaz. Nitekim birbiriyle savaşan taifelerden birisinin kesinlikle baği olduğu halde, her ikisi de imanla vasf edilmişlerdir. Hatta kasten bile adam öldüren kişinin büyük günah işlemiş olmakla birlikte, imanı sabit görülmüştür. Ayrıca Yüce Allah, kulluk görev ve mükellefiyetleri, helal ya da haramlık vasfını imanın varlığına veya yokluğuna bağlamış ve mü’min kişiyi mâsiyet sahibi olması durumunda bile aynı statüde tutmuştur. Öyleyse büyük günah sahibi kişinin iman vasfı mâsiyet ile ortadan kalkmamıştır.
Mu’tezile’ye göre büyük günah sahibi kişinin hakkında vaid sabitttir. Çünkü Yüce Allah, “Şüphesiz Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz. Bunun dışında kalan (günah)ları ise dilediği kimseler için bağışlar” şeklinde buyurmuştur. Mu‘tezîleye göre bu ayetin zahir anlamından, şirkin karşılığı ebedi azap olduğu ve bağışlanmanın da sadece küçük mâsiyetler için olacağı şeklinde bir anlam çıkmaktadır. Dolayısıyla büyük günah sahibi kişi bağışlanmayacaktır. Matürîdî buna karşılık, ebedî ve geçici azabı gerektiren iki çeşit mâsiyet olduğunu, Yüce Allah hikmete binaen kötülükleri misliyle cezalandırdığını, şirk ve Yüce Allah’a karşı gelmenin karşılığı ebedî azap olduğunu dile getirdikten sonra, ‘şüphesiz Allah’a ortak koşmayan kişinin mâsiyeti bu kişilerin mâsiyetinden daha az olacaktır’ diyerek Mu‘tezîle’nin çıkarımının hatalı olduğunu dile getirir. Ayrıca hadîs alimlerinin şefaatin vaki olacağı hususundaki icmâı, kıble ehlinden olup ölen her kesin cenaze namazının kılınması ve onlar için dua geleneğinin aktarılmış olması bu kişinin imanda sabit olduğunu göstermektedir. Öyleyse bu kişi mü’mindir ve tasdiki onun ebediyen cehennemde kalmasına engeldir. Bunun yanında Mûtezile’nin büyük günah teorisi, “Kâfirler zümresinden başka Allah’ın rahmetinden kimse ümit kesmez” ayetinde buyurulan rahmet-i ilahiye ile çelişkili ve Allah’ın rahmet alanını daraltmış olmaktadır. Ayrıca küfür, gizleme anlamına da gelmektedir. Büyük günah sahibi ise nimetleri örtmediği gibi inkâr da etmemiştir. Nas delili açısından da iman tasdik olduğuna göre büyük günah sahibi de tasdiki olması hasebiyle Allah’ı tekzip etmediğine göre günahıyla beraber imanda sabit bir mü’mindir.”