0 oy
(1.5k puan) tarafından
Abu Hanife'ye göre iman amelden bir cüz mü?

1 cevap

0 oy
(1.5k puan) tarafından
 
En İyi Cevap

Ebû Hanîfe’nin iman-amel bağlantısı hususundaki görüşleri, ifade ettiği iman tarifinden anlaşılabilmektedir. Onun eserlerinde verilen iman tarifinde, dil ile ikrar ve kalp ile tasdik temel esaslar olmakla birlikte amele yer verilmemiştir. Makâlât yazarları da bu görüşü ona nispet etmişlerdir. Bu tarifte tasdik ve ikrar birer temel esas olarak verilmiştir. Ancak daha sonra da görüleceği gibi bu tarifte tasdik imanın temel esası olması yönüyle, ikrar ise dünyevî ahkâma taalluk etmesi yönüyle esastır. Amel lafzen tarifte yer almamıştır, ancak adı geçen esaslarla bağlantısız olduğu iddia edilmemiş, emre imtisal ve nehiy edilenden uzak durmakla bağlayıcılığı olan tali bir mesele olmuştur. Ebû Hanîfe, iman tarifiyle en fazla adından söz ettirmiş kelâmcıdır. Bu sebeple iman ve amel kavramları arasındaki bağlantıya da en fazla değinen kelâmcılardan birisi olmuştur. Onun eserlerinde geçen lafzî açıdan farklı bazı iman tarifleri vardır, ancak bunlar anlamda birlik içinde ve birbirini tamamlayan tarifler olmuşlardır.

Ona göre;

  • 1) İman ikrar ve tasdiktir. İki temel esastan oluşan bu tarifte belirtilen iman, ne artar ne de eksilir.
  • 2) ‘İman dil ile ikrar ederek, kalp ile Allah’ın ortağı bulunmadığını, zatî ve fiilî sıfatlarıyla vahit olduğu ve kitapla gönderilen Muhammed’in O’nun Resulü olduğuna inanmaktır.’
  • 3) ‘İman, tasdik, ma‘rifet, yakīn, ikrar ve İslâm’dır.’

Görüldüğü gibi her üç tarifte de tasdik ve ikrar temel esastır. Üçüncü tarifteki ma‘rifet ve yakîn ise tasdikin muradifi ve takviyesi konumunda olmuşlardır. Ma‘rifet sözcüğü, tasdik sözcüğüne izafeli gelmiştir. İmanın esası olmaktan ziyade bilgi anlamındadır. Ayrıca yalın haliyle iman için yeterli değildir. Bu durumda kişiyi tasdike yönlendiren ön şart olmuştur denilebilir. Tasdik ise amel ve ikrar olmasa da kişinin mü’min vasfını alması için yeterlidir. Esasen Ebû Hanîfe bu tariflerde, bazı fırkaların imanda ma‘rifeti yeterli görmüş olmalarına karşı bu kavramın yalın haliyle iman olmadığını dile getirmek istemiştir. Zira ona göre, Allah’ı tanıyan/bilen Kitap Ehlinden olan kişiler Allah’ı bildikleri halde mü’min sayılmamışlardır. Tarifte yer verdiği yakîn sözcüğüyle, sözde tasdikin geçersizliğine ve kulun ancak samimiyetle tasdikini dil ile ikrar etmesiyle imanda sabit bir kişi olduğunu ifade etmek istemiştir, denilebilir. Böylece o, ma‘rifeti bilgi ifade etmesi yönüyle tasdik ile eş anlamlı esasta ise imanın öncülü şeklinde görmüştür denilebilir.

Verilen bu tariflerde onun insanları iman bakımından, kalbiyle tasdik, lisanıyla ikrar edenler; lisanıyla ikrar, kalbiyle inkâr edenler ve kalbiyle tasdik, lisanıyla inkâr edenler şeklinde üç kısma ayırdığı anlaşılmaktadır. Kalp ile tasdik lisan ile ikrar eden kişi hem Yüce Allah hem de insanlar nezdinde mü’mindir, zira o kişi Allah’ı tanımış (marifet), kalbiyle yakinen tasdik etmiştir. Lisanıyla ikrar ve kalbiyle inkâr eden kişi her ne kadar insanlar nezdinde mü’min bilinse de Allah katında mü’min değildir. Zira yakînen tasdik etmemiş sadece Müslüman görünmek için dili ile iman ettiğini ikrar/ifade etmiştir. Kalbiyle ikrar ve lisanıyla inkâr eden kişi ise, insanlar nezdinde mü’min görünmese de Yüce Allah katında mü’mindir. Böylece ona göre, tasdik imanın temel esasıdır. Zira lisanıyla inkâr ettiğini dile getiren kişi de dünyevî açıdan mü’min sayılmıştır. İkrar ise tasdik ile zikredilmesi durumunda ikinci derecede önemli bir esas addedilmiş olmasına rağmen tasdik olmadan yeterli görülmemiştir. Ayrıca ikrar temel esas olsaydı münafık kişi de mü’min sayılmış olacaktı. Öyleyse ona göre, ikrar dünyevî ahkâmın icrası içindir ve ancak tasdik ile değer kazanır denilebilir. Fakat bu esas kişinin korku durumu sebebiyle sükût etmesini gerektiren gizlenme durumu dışında her halükârda gereklidir. Korku durumunda ise kalbin tasdiki yeterli olup ikrar olmasa da iman hâsıl olmaktadır. Böylece korku durumu dışında, ikrar tasdik kadar güçlü bir esas olmasa da imanda tali bir esastır ve kalpteki tasdik ile birlikte kişinin mü’min vasfını alması için gereklidir. Buna göre, kalplerde gizli olan şeylere muttali olunamayacağı gerçeğinden hareketle imanını ikrar eden kişi Müslüman olarak görülmeli ve İslâm ahkâmına tabi olmalıdır.

Amel, Ebû Hanîfe’ye göre Hz. Peygamber’in insanları Mekke döneminde imana çağırdığında şer’î hükümlerin olmamasından anlaşıldığı gibi imanın temel esası olmaktan ziyade mü’min kişinin vahiyle belirtilen sorumluluklarıdır. Nitekim Mekke döneminde farizaların birçoğu olmamıştır. Ayrıca ameldeki taksirat şayet imanda eksiklik meydana getirecek derecede etkili bir amil olsaydı, amelde taksiratı olan kişi de tasdiksiz kişi gibi imandan çıkmış sayılıp küfür halindeki durumuna geri dönmüş olacaktı.

Oysa;

  1. “İman eden kullarıma söyle namazı dosdoğru kılsınlar.”
  2. “Ey imanedenler size kısas farz kılındı”
  3. “Ey iman edenler, Allah’ı çok anın”

Ayetlerinde açıkça görüldüğü gibi kulun sorumluluğu, kalpte iman oluştuktan sonra başlamaktadır. Ayrıca mü’min kişiler ‘ey iman edenler’ ibaresinden sonra sorumlu tutulmuşlardır. Böylece amel imanın temel esası olsaydı Yüce Allah, insanoğlunun emre imtisal/amel etmeden önceki durumuna bakarak mü’min diye hitap etmezdi denilebilir. Bu durumda Ebû Hanîfe’ye göre sâlih amel dinin temel esası olmadığı gibi küfrün zıddı da değildir ve tasdik mevcut olduğu sürece, büyük günah imanı yok eden bir etken değildir. Aynı zamanda ona göre, insanlar tasdik hususunda yani imanın mahiyeti ve kemiyetinde de eşittirler. Birinin imanı diğerinden fazla veya üstün değildir. Bu da amelin imanın bir esası/parçası olmadığını göstermektedir. Ayrıca Allah’ı bilmemek/tasdik etmemek ile farzları bilmemek aynı sonucu doğurmaz. Çünkü İslâm toplumunda Allah’ı bilmeyen din dışı sayılmış olduğu halde farzları bilmeyen kişi tekfir edilmemiştir.

Ebû Hanîfe’ye göre amelin imandan bir cüz’ olmadığının bir diğer delili, ilk dönemden günümüze kadar toplumdan topluma iletilen günahkâr Müslüman söylemidir. Zira mâsiyet sahibi olan mü’min kişi İslâm toplumunda, zalim, günahkâr, hatalı, asi gibi vasıflarla anılmış olmakla beraber, tekfir edilmeyip imanla vasf edilmiştir.

Nitekim, Hz. Ömer ve Hz. Ali’nin emîrü’l-mü’minîn lakabıyla anılmış olmaları, onlara tabi olan bütün mü’minlerin amelde kusursuz olduklarını göstermemektedir. Ayrıca Hz. Ali Muaviye’ye gönderdiği mektuplarda onu ve etbaını mü’minler olarak isimlendirmiştir. Aksi durumda onlar hidayet ehlinden addedilse Hz. Ali ve etbaı karşı taraf olarak bidat ehli kapsamında değerlendirilmiş olacaklardır. Zira, karşılıklı savaşan zümrelerden her ikisinin de (savaş esnasında) hidayette oldukları düşünülemez. Oysa Hz. Ali adam öldürme ve meşru halifeye karşı gelerek büyük günah işleyen bağî fırkayı bile tekfir etmemiştir. Ehl-i hak ve bağî fırkanın her ikisi de aynı anda hidayette oldukları söylenebilir mi? Buna cevaben Ebû Hanîfe, her iki zümreyi aynı anda ehl-i hak veya ehl-i bid’at görmek bid’at olduğu için Allah bilir dersen isabet etmiş olursun  diyerek cevap vermiştir. Böylece Ebû Hanîfe’ye göre, iman kalbî bir eylemdir mahiyeti bilinmez. Amelde taksiratlı kişinin küçük veya büyük günahı olsa da bu durum onu dinden çıkarmaz.

Ebû Hanîfe’nin yukarıda verilen görüşünün Sünnî kelâm mezheplerinin temel görüşü haline geldiği görülmektedir. Nitekim İslâm toplumunda, ondan sonra günümüze kadar, Sıffîn savaşında bulunan her iki taraf da mü’min kabul edilmiş, bununla birlikte Hz. Ali ve etbaı ehl-i hak, Muaviye ve etbaı fırka-ı bağîye şeklinde görülmüşlerdir. Böylece bağî kişiler amelde kusurlu olmaları sebebiyle azap ehli sayılmış olmakla birlikte din dışında görülmemişlerdir. Hatta bu kişilerin mâsiyetleri büyük günah bile olsa iman da sabit kişiler olarak görülmüşlerdir. Zira aksi durumda Sıffın bağileri din dışında görülmüş olacaklardı.

Ebû Hanîfe, tarifinde kurmuş olduğu iman-amel bağlantısı paralelinde imanda artma ve eksilmeyi kabul etmemiştir. Zira kalbin eylemi olan tasdik ya vardır ya da yoktur. el-Vasiye adlı eserinin şarihi Molla İskender onun iman tarifiyle ilgili, ‘O, iman ve inkâr kavramlarını zıt anlamlı iki kelime şeklinde gördüğü için ameli imandan ayrı sayarak bütün mü’minleri tasdikte eşit, amelde farklı görmüş ve bunun için ameli imandan bir cüz’ saymamıştır’, şeklinde ifade etmiştir. Böylece amel azaların eylemi olmaktadır ve imandan bir cüz’ değildir, denilebilir. Ancak bu durumda melekler ve peygamberlerin iman derecelerinin sorunu ortaya çıkmaktadır. Ebû Hanîfe’ye göre, insanlar tasdikte meleklerle eşit konumdadırlar. Peygamberlerle eşit olmamaları ise peygamberlerin iman ve ibadetlerinin sevabı hususunda Yüce Allah’ın kendilerine verdiği hususiyet sebebiyledir.

İbnü’l Hümâm ise onun bu konudaki görüşlerini ondan rivayet edilen جربيل كاميان امياين ان) imanım Cibril’in imanı gibidir) جربيل اميان مثل ال) aynısı değildir) şeklindeki ifadeleriyle açıklamaya çalışır. Ona göre, Ebû Hanîfe bu ifadesinde şayet ك teşbih edatı yerine مثل edatını kullanmış olsaydı mü’min kişi ve Cibrîl’in imanı bütün vasıflarıyla benzeştiğini iddia etmiş olacaktı. Oysa teşbih ifade eden ك harfi ile yapılan benzetmede, kıyaslanan iki şey arasında sadece ifade edilmek istenen yönde bir benzerlik oluşturur. İşte bu sebeple جربيل كاميان امياين ان) imanım Cibrîl’in imanı gibidir) diyerek sadece tasdikin hakikatinde eşit olduklarını ifade etmiştir. Zira hiç kimse insanların imanı ile peygamberlerle meleklerin imanlarının bütün vasıflarıyla aynı olduğunu söyleyemez. İşte bu sebeple tasdikin hakikatinde artma ve eksilme olmaz. Ancak iman nurunda veya semeresinde artma veya azalma olabilmektedir.

Anlaşıldığı kadarıyla, Ebû Hanîfe’ye göre yakîn ifade eden kalbin tasdikinde artma ve eksilme meydana gelmez. Zannî düşünce yakîne dönüştükten sonra tasdik olur. Daha sonra naslardaki emir ve nehiylere uyma zorunluluğu olan amel sorumluluğu ortaya çıkar. Kalpte var olan yakînî iman, amelde kusuru olan kişiyi ebedi azap ehli olmaktan çıkarır.

Ameli imanın cüz’ü görmeyen Ebû Hanîfe’nin delillerinden bir diğer delili, her bir peygamberin şeriatinin değişik olmasıdır. Ona göre, bütün peygamberler tevhit inancına çağırdıkları halde amel/pratik uygulamadan ibaret olan şeriatlerinin farklı olması, amelin imanın esası olmadığını göstermektedir. Zira imanın cüz’ü olsaydı peygamberlerin getirdikleri şeriatleri de aynı olmalıydı. “Sizden her birinize bir şeriat ve bir yol verdik. Allah dileseydi sizleri bir tek ümmet yapardı” ayeti buna işaret etmektedir. Ayrıca Allah bütün peygamberlere dine tutunarak ihtilafa düşmemelerini buyurmuş olduğu halde her birisinin şeriatlerini farklı kılmıştır. Şayet amel/şeriatler imanın temel esası olmuş olsaydı, farzlar ve diğer kulluklardan ibaret olan şeriatlerin/amellerin çokluğu ve farklılıkları dinde tebdil ve bozulma anlamına gelmiş olacaktı. Böylece bütün peygamberlerin tevhide çağırmış olmaları ve aynı zamanda şeriatlerinin farklılığı amelin imandan bir cüz’ olmadığını göstermektedir. Aksi takdirde bütün peygamberlerin amelleri/şeriatleri de aynı olmalıydı.

Ebû Hanîfe’nin iman tarifinde iman ve amel bağlantısının niceliği hususundaki görüşü, büyük günah sahibi kişinin durumuyla ilgili beyanatlarından da anlaşılmaktadır. Ona göre, kıble ehlinden olan hiç kimse zayi ettiği bazı farzlar sebebiyle dinden çıkarılamaz. Tasdik ile amel eden kişi nimete, tasdik ve imanın her ikisini de terk eden kişi ise azaba müstahak olur. Böylece iman etmiş bir kişinin bazı farzları/amelleri zayi etmesi Yüce Allah’ın meşietindedir. Dilerse azap eder ya da affeder. Hiç kimse işlediği günah sebebiyle tekfir edilemez. Böylece Ebû Hanîfe’ye göre büyük günah sadece inkâr ile birleştiğinde ebedi azap gerektirir ve imanın izale edilmesinde etkili değildir.

Kaynak: https://bit.ly/3Wqh7hZ

İlgili sorular

0 oy
2 cevap
18, Temmuz, 2024 tevhid (1.5k puan) tarafından soruldu
...